Bir Psikoloğun Gözünden: Görgü Tanığının Zihinsel Yükü
Bir psikolog olarak insan davranışlarını gözlemlerken en çok ilgimi çeken durumlardan biri, insanların “tanık” oldukları olaylara verdikleri tepkilerdir. Görgü tanığı olmak yalnızca bir olaya şahitlik etmek değil, aynı zamanda insan zihninin, hafızasının ve vicdanının sınandığı karmaşık bir süreçtir. Peki, görgü tanığı mahkemeye gider mi? Bu soru, yalnızca bir hukuk meselesi değil; aynı zamanda derin bir psikolojik tartışmanın kapısını aralar.
Görgü Tanığı Mahkemeye Gider mi?
Hukuksal açıdan cevap nettir: Evet, bir görgü tanığı mahkemeye çağrıldığında gitmekle yükümlüdür. Ancak psikolojik açıdan bu yükümlülük, kişinin iç dünyasında büyük bir çatışma yaratabilir. Çünkü tanıklık etmek yalnızca bir “bilgi paylaşımı” değildir; travmayı yeniden yaşamak, toplumsal baskıyla yüzleşmek ve vicdani sorumluluğu üstlenmek anlamına gelir.
Tanıklık, insan zihninin en kırılgan alanı olan hafıza üzerinde derin etkiler bırakır. Olay anında yaşanan korku, şaşkınlık ya da şok, görgü tanığının olayı nasıl algıladığı ve sonradan nasıl hatırladığı üzerinde belirleyici olur.
Bilişsel Psikoloji Perspektifi: Hafızanın Oyunları
Bilişsel psikolojiye göre, insan hafızası bir kamera gibi çalışmaz. Biz olayları olduğu gibi değil, zihnimizin süzgecinden geçerek hatırlarız. Bu nedenle bir görgü tanığının ifadeleri, çoğu zaman “gerçeğin birebir kaydı” değil, “olayın kişisel yorumu” olur.
Elizabeth Loftus gibi bilişsel psikologların araştırmaları, tanık ifadelerinin dış etkilere açık olduğunu göstermiştir. Tanık, olaydan sonra aldığı bilgilerle anısını farkında olmadan değiştirebilir. Bir savcının ya da gazetecinin yönlendirici bir sorusu bile, belleği yeniden şekillendirebilir.
Bu durumda şu soru ortaya çıkar: Gerçek, hatırlananla ne kadar örtüşür?
Bir görgü tanığı mahkemede konuşurken aslında neyi anlatır — yaşadığını mı, yoksa hatırladığını mı?
Duygusal Psikoloji Perspektifi: Travmanın Yankısı
Tanıklık, duygusal açıdan da büyük bir yük getirir. Özellikle şiddet, kaza ya da ölüm gibi travmatik olaylara tanık olan bireylerde, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtileri görülebilir.
Görgü tanığı mahkemeye gittiğinde, o olayı zihninde tekrar yaşar. Bu süreç, yeniden travmatizasyon olarak adlandırılır. Kalp çarpıntısı, uyku bozukluğu, suçluluk duygusu ve kaygı gibi belirtiler görülebilir.
Bazı tanıklar, “konuşmazsam unutabilirim” duygusuyla susmayı seçerken, bazıları ise “doğruyu söylemeliyim” diyerek içsel bir rahatlama arar.
Psikolojik olarak bu durum bir denge arayışıdır: vicdanın ağırlığı ile travmanın gölgesi arasında sıkışıp kalmak.
Sosyal Psikoloji Perspektifi: Toplumsal Baskı ve Tanıklık
Görgü tanığı olmanın bir de sosyal boyutu vardır. Toplumun beklentileri, medya baskısı ve çevrenin yargısı, tanığın davranışlarını derinden etkileyebilir.
Bazı tanıklar, “doğruyu söylersem zarar görürüm” korkusuyla geri çekilirken; bazıları, “adalet yerini bulsun” inancıyla konuşmayı seçer.
Bu noktada devreye sosyal etki teorileri girer. İnsan, yalnızca bireysel bir varlık değil; aynı zamanda toplumsal bir ayna taşır. Tanık, mahkemede konuştuğunda yalnızca olayı değil, aynı zamanda kendi ahlaki kimliğini de ortaya koyar.
Toplumun gözünde bir tanığın sessiz kalması “suça ortaklık”, konuşması ise “cesaret” olarak yorumlanır. Bu çelişki, tanıklığın psikolojik yükünü katbekat artırır.
İçsel Tanıklık: Kişinin Kendi Vicdanı
Her insanın içinde bir “mahkeme” vardır. Görgü tanığı olmasa bile, hepimiz hayatımızın bir döneminde bir olaya tanık oluruz — bir adaletsizlik, bir haksızlık, bir sessizlik. Bu durumda kendimize şu soruyu sormalıyız: “Tanık olduğum bir gerçeği dile getirmediğimde, ben de sessiz bir suç ortağı mı oluyorum?”
Bu soru, dış dünyadaki mahkemeden çok, iç dünyamızdaki mahkemeye aittir. Çünkü adalet önce insanın içinde başlar.
Sonuç: Tanıklığın Psikolojisi
Görgü tanığı mahkemeye gider mi?
Evet, gider. Ama o mahkemeye sadece bedeniyle değil, zihniyle, duygularıyla ve vicdanıyla gider. Her ifade, bir yeniden hatırlayış; her cümle, bir iç hesaplaşmadır.
Bu nedenle tanıklık, yalnızca bir görev değil, bir psikolojik yolculuktur. Gerçeği dile getirmek, bazen en büyük cesaret biçimidir.
Ve belki de şu soruyla bitirmek gerekir: “Tanık olmak mı daha zor, yoksa tanıklık etmeye cesaret etmek mi?”