Işaret Sıfatına Hangi Soru Sorulur? Bir Filozofun Dil Üzerine Düşünceleri
Dil, insanın varlıkla kurduğu en derin köprülerden biridir. Bir sözcüğün arkasında, yalnızca bir anlam değil; bir dünya görüşü, bir varlık anlayışı ve bir bilgi düzeni yatar. Işaret sıfatı dediğimiz şey de, ilk bakışta yalnızca dilbilgisel bir kategori gibi görünse de, aslında felsefenin üç temel alanı olan etik, epistemoloji ve ontoloji arasında sessiz bir diyalog başlatır.
Peki, “Işaret sıfatına hangi soru sorulur?” sorusu, yalnızca bir dil sorusu mudur; yoksa varlığı işaret eden bir insanın, anlamın doğasına yönelttiği kadim bir sorunun yankısı mı?
Epistemolojik Perspektif: Bilginin İşareti
Epistemoloji, yani bilginin doğası üzerine düşünmek, “ne biliyorum?” sorusunu sormaktır. Bir ışaret sıfatı —örneğin “bu”, “şu”, “o”— yalnızca nesneyi belirtmekle kalmaz; bilginin merkezine “ben”i koyar. “Bu kitap” dediğimizde, “bu” sözcüğüyle nesnenin bilgisini bir konumdan üretiriz. O bilgi, artık evrensel değil; bir gözün, bir bilincin, bir mekânın ürünüdür.
Demek ki ışaret sıfatı yalnızca “hangisi?” sorusuna yanıt vermez; aynı zamanda “bilgiyi kim üretiyor, nereden bakıyor?” sorularını da beraberinde getirir.
Epistemolojik olarak, “bu” derken bilginin merkezini belirliyoruz. “Şu” derken, hem bilginin sınırını hem de uzaklığını tayin ediyoruz. Bilginin ışığı, işaret sıfatlarının yönlendirdiği yerde parlıyor.
Ontolojik Perspektif: Varlığın İşareti
Ontoloji, “varlık nedir?” diye sorar. Işaret sıfatı, varlığı dilde görünür kılan araçlardan biridir. “Bu masa” derken, masayı yalnızca tanımlamıyoruz; onu var kılıyoruz. Dil, varlığa bir yer açıyor; kelimelerle evrende yeni bir varoluş alanı kuruyoruz.
Burada ışaret sıfatı bir ontolojik yön belirleyici haline gelir. “O” dediğimizde, varlığı hem dışsallaştırır hem de sınırlandırırız. “Bu” derken sahiplenir, “şu” derken mesafe koyar, “o” derken uzaklaştırırız.
İnsan, varlıkla mesafesini ışaret sıfatlarıyla kurar. Belki de dilin en derin ontolojik işlevi budur: varlığı işaret etmek, varlığa bir yön çizmek.
Etik Perspektif: Dilin Sorumluluğu
Etik, insanın davranışlarını anlamla ilişkilendirir. Peki, dilin etik boyutu nedir? Işaret sıfatı kullanırken, biz aslında dünyayı konumlandırırız: “Bu insan” dediğimizde yakınlık kurarız; “o insan” dediğimizde uzaklaştırırız.
Sözcüklerin seçimi, yalnızca dilbilgisel değil, aynı zamanda ahlaki bir tercihtir.
Dilin bir etik yönü vardır çünkü kelimeler dünyayı nasıl gördüğümüzü belirler.
Birini “şu” diye işaret etmek, bazen onu ötekileştirmek anlamına gelebilir.
Bu durumda ışaret sıfatı yalnızca bir dilsel gösterge değil, aynı zamanda bir ahlaki eylemdir.
Düşünsel Derinlik: Dil mi İnsanı İşaret Eder, İnsan mı Dili?
Bu noktada soruyu tersine çevirebiliriz:
“İşaret sıfatına hangi soru sorulur?” değil de, “İşaret sıfatı bize hangi soruyu sordurur?”
Dil, düşüncenin aracı değil, bizzat düşüncenin kendisidir. Eğer “bu” diyorsak, zaten bir bakış açısına, bir farkındalığa sahibizdir.
O halde dil bizi yönlendiriyor; biz dili değil.
Bir filozofun gözünden bakıldığında, “ışaret sıfatı” insanın dünyayı kavrayış biçiminin minyatür bir haritasıdır. Her “bu”, bir sahiplenme; her “şu”, bir uzaklaşma; her “o”, bir kabulleniştir.
Sonuç: Dilin Sessiz Felsefesi
Sonuç olarak, “Işaret sıfatına hangi soru sorulur?” sorusunun cevabı dilbilgisel olarak “hangi?”dir.
Ama felsefi olarak bakarsak, bu cevap yalnızca yüzeyde kalır.
Asıl mesele, bu sorunun arkasındaki insanın dünyayı nasıl gördüğüdür.
Bilgiyi nasıl konumlandırdığımız (epistemoloji), varlığı nasıl anlamlandırdığımız (ontoloji) ve sözcüklerle nasıl ilişki kurduğumuz (etik) bu küçük ama derin dilsel yapı içinde gizlidir.
Ve belki de sonunda, şu soruyu sormalıyız: Dil bizi mi işaret eder, yoksa biz mi dili?
Çünkü her “bu”, “şu” ve “o” dediğimizde, sadece bir nesneyi değil; kendimizi de tarif ediyoruz.